14 Aralık 2015 Pazartesi

ruh halim bi' tuhaf, yarın benim doğum günüm

günlerdir aynı şarkıyı dinliyorum. ara sıra aşk-ı memnu, ara sıra işte benim stilim izliyorum. insanların bir paltoya 18000 lira veya bir şapkaya 250 lira vermesine hayret ediyorum, giydiğim pantolon 50 lira benim. kâbuslarım hız kesmeden devam ediyor. bir gecede kaç farklı kâbus görüyorum acaba?

bu sabah uyandığımda hatırladığım bir tanesi şöyleydi: bir gemideyim. yanımda bir adam var, galiba mert değil. kim olduğunu bilmiyorum. belki de sevdiğim veya hoşlandığım her adama birkaç saniye için dönüşüyor. önemli değil, yanımda oluşunu, yanımda var oluşunu yadırgıyorum. güvertedeymişiz, güvertenin kenarında, ben bacaklarımı denize sarkıtıp oturmuşum. çok soğuk bir rüzgâr var, hava çok soğuk. deniz bile yer yer buz tutmuş, buna hayret ediyorum ben. sağdan soldan elime geçirdiğim irili ufaklı taşları denize atıyorum. deniz çok lacivert, havaysa çok gri. yanımdaki adam elimi tutuyor, benimle birlikte denize o da bir şeyler atıyor. ama farkındayım bunun onun için bir anlamı olmadığını. aklınca bana eşlik etmeye çalışıyor işte ama ne denizi, ne taşları ne de hayatı aynı görmüyoruz, elimi elinden çekiyorum. kalkıp gidiyor, yanıbaşımda bir köpek var. köpeğin yalnız ayaklarını görüyorum başta, azıcık ıslanmış tüyleri. yalnız ayaklarına bakıyorum. köpeğin varlığı adamın varlığından daha iyi geliyor çünkü köpek doğal var oluşunu gerçekleştiriyor, öylece yanımda durmak istiyor, bu yüzden yanımda duruyor.

sonra ne olduğunu anlamıyorum, rüya kesintiye uğruyor. gözümü kapatıyorum, açıyorum, tahta zeminde yatıyorum, üzerimde krem rengi koca bir kazak var. saçlarım uzamış. altımda ince bir şilte var, üzerime battaniye örtmüşler, galiba hastayım. gemi çalkalanıp duruyor. yine köpeğin ayaklarını görüyorum, koşaradım yanıma geliyor, kıvrılıveriyor. ona sarılıyorum. sonra uyanıyorum.

uyanınca hemen kalkmadım yataktan. uyumaya çalıştım, gözlerimi açmadım. çok önemsiz şeyler düşündüm ama dayanamadım kalktım. tezer özlü'den leylâ erbil'e mektuplar'ı aldım elime, pencerenin karşısına oturup okumaya başladım. birkaç cümle okuyabildim, hayatımın en tuhaf ağlama krizine tutuldum. hıçkırdım, ağladım ama gözümden bir damla yaş akmadı. sonra kitabımı alıp koltuğuma yerleştim, bir çırpıda bitirdim kitabı. işte güne böyle başladım.

tezer özlü çok dokunuyor bana. onda kendimi görüyorum, sonra görmüyorum, sonra yine görüyorum. ne çok acı çekmiş, bir nedeni var mıydı ki bunca acının? mektupları da kitapları gibi çok samimi, çok içten. en iyi dostu leylâ. anlaşılamamış yaşadığı dönemde, edebiyatı tekelinde tutan, artık o dönem kimdiyse onlar, sözde aydınlara öfkeli. hayatında nihayet sevebileceği, kendisini de aynı tutkuyla seven adamı bulduğunda leylâ'ya götürüyor tutup kolundan, "bak" diyor "ölümüm bu adam benim."

yaşamı bu kadar seven ve bu kadar hissederek yaşayan bir kadının aynı zamanda ölümle bu kadar iç içe olmasını genelde hayretle karşılıyorlar galiba. ben hiç yadırgamıyorum. kendimi de hiç yadırgamıyorum artık. bütün bu duygusallıklar, melankoli, bir an var sonra yok. kendimi de çözümlemeye anlamlandırmaya çalışmıyorum bu anlamda. neydi bu sabahki ağlama krizi diye sormuyorum mesela. kılıf uydurmaya çalışmıyorum buna, cevap aramıyorum. bir nedeni bile yoktu belki, bir nedeni olmayadabilir.

istanbul'da koray ve ender'le geçirdiğimiz o gece, hayatı deli gibi seviyordum. ertesi gün otobüste ankara'ya dönerken hayatı deli gibi seviyordum. sonraki bir haftayı kafamın bir köşesinde kımıldanıp duran ölüm düşünceleriyle geçirdim. pencerenin kenarında durup kendimi atlamamaya ikna ederken bile, hayatı deli gibi seviyordum.

dün hiçbir şey yapmadım. yoğun bir iç sıkıntısı ve gerginlikle dolanıp durdum evde. kitap okuyayım dedim okuyamadım. bir şeyler izleyemedim. ne burrouhs'un argosunu ne virginia woolf'un uzun naif cümlelerini kaldıramadım. başka okuyacak bir şey de bulamadım. dün hayattan nefret ediyordum ama bir an bile ölmeyi düşünmedim.

böyle şeyler oluyor, böyle şeylere alıştım. bunları kabullendim. sadece kendime zarar verecek herhangi bir şey yapmamaya odaklanıyorum. bu iç sıkıntısı bu bulantı geçecek diyorum kendime. geçecek, geçecek, geçecek, bir kaç saat sonra hiç biri kalmayacak, yeni gün başlayacak, geçecek, okuyacağım, geçecek, müzik dinleyeceğim, geçecek dışarı çıkacağız, geçecek, geçecek, geçecek. zaten en başından beri bunları neden bu kadar kafama takmışım neden doktorlara koşmuşum anlam veremiyorum şimdi? insanın zihninin gerisinde ölüm isteğini ve fikrini taşıyarak yaşaması da mümkünmüş bu koşullar altında hayatı sevmesi hatta hayattan keyif alması, sonra hiçbir şeyden keyif almaması ve bu döngüyü yüzlerce kez yaşaması, tekrarlaması da mümkünmüş. ortada tuhaf bir durum var mı bilmiyorum ama korkacak bir durum yokmuş.

şimdi gayet sakinim. mert uyuyor. onu uyandırıp zorla dışarı sürükleyeceğim. yarın doğum günüm, kafamda hiçbir şey yok. mert bu ölgün ruh haliyle geçireyim istemiyor ama deliye her gün doğum günü, ben daha canlı olduğum bir günü doğum günüm ilan edip kutlayabilirim. biraz karnım acıktı, evde bir şeyler var mı bakayım. sonra da banyo yaparım. sonra da aşk-ı memnu izlerim. sonra da saçaklı köpekleri düşünürüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

nasiplenin arkadaşlar :)

926 şarkının sadece 200'ünün gösterilmesi ayıp.

Zevkle Takip Ediyoruz:

Kitapkurtları;

Farklı İklimlerden;